Penceremden....
Nihayet başladım, başlaması uzun sürdü, yazı uzun oldu, yazmam kısa sürdü.
Bu yazıda eğitimin toplumu getirdiği ve getirilebileceği durumu ele almaya çalışıyorum, geldiğimiz durum maalesef kolay manipule olabilen bir toplum ve patolojik bir edilgenlik hali..
“hap gibi” bilgilere alışkanlığımızın sonucu , yanlış da olsa doğru da olsa , gözümüze sokarcasına tekrarlanarak önümüze çıkanları, doğrusunu, yanlışını, kaynağını, yarattığı etkiyi sorgulamadan, çabucacık yutuyoruz, ama yuttuğumuzun sadece kendimize değil, başkalarına, topluma da da zararı olabileceğini düşünmüyoruz maalesef.
Bu yazıda biraz hap gibi bilgilerden uzaklaştırmak istiyorum sizleri. Yazı çok daha uzun olacaktı, kısalta kısalta bu hale geldi, bir kısmı daha evvel derlemiş olduğum bilgilerden alıntılar olduğu için çabuk yazdım, umarım türlü türlü faydası olur, kolay anlaşılır, çünkü çoğu zaman yazarken karşımdaki de konuyu iyi biliyormuş gibi yazıyorum, kusuruma bakmayın.
Beni bilen “Nasıl oldu da özellikle T ler ve daha sonra K larla olmak üzere neden baş harfleri aynı olan kelimelerle anlatmadın?” da diyebilir. Son olarak “İ” ile başlayan kelimeleri , daha sonra “O” ile başlayan kelimeleri çok kullandığım yazılarım olmuştu.
T-istasyonunda da T lerle, daha sonra K larla, , tek başına, topluca, takılarak öğrenmenin yollarını anlatıyorum zaten.
“Kendi başıma keşfetmeme yardım et, ve bunun için kaynakları göster, kat, katıl, koru, kapsayıcı, kucaklayıcı, kooperatif ol” diyorum ama, tabii
bütün bunları anlamak için çocukluğa bir mercek tutmak gerek.
"Çocuk!
Senin düşüncelerin değerli, sen onlarla var oluyorsun, ve onlar seninle var oluyor
Sen onları ilişkilendiriyorsun, senden başka hiç kimsenin ilişkilendiremediği kadar
Sen hayatın içinde kendini buluyor, ve hayat senin ifade dilinde gerçek.
Loris Malaguzzi"
Loris Malaguzzi Alternatif eğitim metodlarından biri olarak tanınan Reggio Emilia yaklaşımının kurucularındandır.
Türkiye’de Alternatif Eğitim ve Sivil Toplum Örgütleri:
Çeşitli Avrupa ülkelerinde reform pedagojisi adı altında yer alan alternatif eğitim metotlarından bazıları son yıllarda Türkiye'de de daha fazla tanınmaya, bu alanda farklı uygulamalar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 2005 yılında Eylem Korkmaz ve arkadaşlarının düzenlemiş olduğu alternatif eğitim sempozyumun ardından 2006 yılı sonlarında sempozyuma katılan bir grup ilgili ile Türkiye'de eğitimi eleştirel ele alan , mevcut eğitim sisteminin düzeltilmesini, iyileştirilmesini isteyip, bu konuda çözüm yolları arayan, eğitimdeki gelmiş geçmiş esinlenebilecek dökümanları da bir araya getirmeyi hedefleyen, uygulamalar gerçekleştirilmesine de öncü olmak üzere Alternatif Eğitim Derneği kurulmuştu.
Bu konularla ilgili insanların çeşitli deneyimlerinin aktarılmasında, bu derneğin kurulmasında Buğday Derneği kurucusu rahmetli Victor Ananias'ın da büyük katkısı bulunmaktadır, o da bu alanda tecrübe sahibi olanları buluşturmak için çaba sarf etmiştir.
Ben de Alternatif Eğitim Derneği kurucuları arasında yer aldım. 2002 yılından itibaren de ekoloji fuarlarına katılımcı oldum, 2005 yılında ise Victor Ananias’ın çeşitli sivil toplum örgütlerinden başka arkadaşlarımın da olduğu Oyun Sanat ve Zanaat derneği adını verdiğimiz bir dernek kurduk. Derneğin , ahşap oyuncak zanaatinin yayılması, mahallelerde her yaştan çocuğun ve yetişkinin etkileşim halinde keyifli bir şekilde öğrendiği mekanların oluşmasını sağlamak gibi hedefleri vardı, daha sonra bu dernek kapandı. Dolayısıyla bildiklerimi hem bir sivil toplum örgütlenmesinin misyonunu temsilen işin "çocukluk,eğitim, üretim ve doğa, doğallık " ile ilgili kısmını bir taraftan sivil toplum kuruluşu temsilcisi gibiymişcesine hem de kendi araştırdıklarımı ve tecrübelerimle harmanlayarak paylaşmaya devam ediyorum. İyi, faydalı eğitimin herkes tarafından erişilebilir olması dileğim, okulların dönüşmesi ve tabii ücretsiz olması.
Türkiye'de maalesef açılan alternatif eğitim veren okullar – ki bunlar Montessori anaokulları Waldorf yuvaları ve Reggio Emilia yaklaşımı uygulamaları şeklinde çok az sayıda ve maalesef marjinal kalıyorlar, çünkü bunlar özel okullar ve oldukça pahalılar. Dolayısıyla bu okullar 20.yüzyılın başında ortaya çıkan, o dönem reform niteliğinde olan alternatif eğitim metotlarının gerçekleştiği, farklı sosyal sınıflardan, zengin fakir çocukların birarada eğitim görmesi gereği ve ihtiyacına da karşılık vermiyor.
Alternatif eğitim metodlarını tanıtmak, bu alanda kendi tecrübelerimizi de paylaşmanın yanı sıra aynı zamanda, son yıllarda yapılan araştırmaların ve uygulamaların da bilinmesini gerektiğini ve ona göre bir eğitime dair net bir duruşun daha görünür olması gerektiğini düşünüyorum.
Reform Okullları ve Beyin Araştırmaları
Son 20 yıldır yapılan beyin araştırmalarının sonucunda bir “zihniyet değişikliği" ne ihtiyacımız olduğunu belirtiyor ve eğitimin geldiği mevcut durumu da eleştirirken, eğitim devriminin gerçekleşmesinin gerektiğini söylüyor Alman sinirbilimci nörobiyolog Prof. Gerald Hüther. Bunun nasıl gerçekleşebileceğini kurucusu olduğu Akademie für Potentialentfaltung (potansiyel geliştirme akademisi- bir kooperatif , Schule im Aufbruch (harekete geçen okullar) gibi oluşumlarda, kitaplarında, konferanslarında dile getiriyor. Gerald Hüther’in, yaptıklarının, anlattıklarının Türkiye'de mutlaka bilinmesi, ve tüm eğitim reformlarında baz alınması gerektiğini düşünüyorum.
20. Yüzyılın başında reformist bazı pedagojik yapılar reform okulları veya alternatif okullar adı altında şekil kurumsal olarak şekil bulmuştur. Ama esasında bunların hiçbiri sadece okullar için bir metod değildir, her biri çoğu kuran ve geliştirenlerin adı altında “pedagoji” dir, yani okullar dışında da çocuklar, gençler, engelliler ile ilgili yaşamın her alanına yayılır.
Bunların en bilinenleri Maria Montessori, Rudolf Steiner (Waldorf), Peter Peterson,Celestine Freinet pedagojisinin yer aldığı okullardır.
Prof. Gerald Hüther bu okullardan mezun olanların 3 farklı temel özelliğinin olduğuna dikkat çekmektedir. Bu özellikler:
1. Kendini bilen, ne yapmak istediğin bilen bireyler
2. Merak eden, araştıran, sürekli öğrenmeyi seven bireyler
3. Dünyada ve çevredeki sorunları görüp, BİRLİKTE çözüm üreten bireyler olmalarıdır.
Fakat bu okullar dünya genelinde maalesef marjinal kalmıştır ve bazı ülkelerde özel okul olarak hizmet vermektedir, ve bazıları ana akımın içine karışmıştır.
Ülkemizde ise çoğu özel anaokulu olmak üzere, kooperatif ve belediye bünyesinde de hizmet veren az sayıda alternatif okul mevcuttur. (Belediye bünyesinde İstanbul'da hizmet veren okul İstanbul Adalar Belediyesi’ndeki Waldorf anaokuludur)
.
Sadece Türkiye’de değil birçok başka ülkede de eğitim sistemi maalesef kolay manipüle edilebilen, kullanılan, sınırlı düşünce kalıplarına sahip, kolaylıkla edilgen hale getirilebilen, sunulanla yetinen bireyler yetiştirme üzerine kurulmuştur ve eğitim görenler ona göre de şartlandırılmakta, koşulllandırılmaktadır. İşte bu yüzden gerek alternatif eğitim metotlarındaki temel bazı unsurların, gerekse profesör Gerald Hüther'in üzerinde durduğu eğitimdeki temel duruşu tanıtırken esinlenebilecek kaynakları göstermeye çalışacağım ve bunu aynı zamanda değerlerin içselleştirilerek öğrenilmesi ile birlikte ele almaya çalışacağım.
Önce Waldorf'dan başlayalım;
Waldorf Pedagojisi
Waldorf pedagojisi matematikçi, filozof, fen bilimci Avusturyalı Rudolf Steiner (1861-1925) tarafından ilk olarak Stuttgart’da kurulmuştur. Ruh, beden, tinsel bütünlüğü esas alan Waldorf pedagojisinde ayrı bir müfredat bulunmaktadır. Steiner, “Çocukken duyu izlenimleri soluk almak gibidir. Soluk vermeye denk düşen edim ise taklittir” diyor. İlk yıllarda her şey oyun, her nesne oyuncaktır aslında. Çocuk yürümeyi de konuşmayı da taklit ederek öğrenir. Önünde ayakta dik duran ve uzamda ileri hareket eden örnekler olmasa çocuğun yürümeyi öğrenemediği, geçen yüzyılda Uzak Doğuda bulunan kurtların yetiştirdiği çocuklar sayesinde kanıtlanmıştır
Waldorf pedagojsinde 12 duyu vardır. Bunlar 3 farklı kategoride değerlendirilir.
İradi duyular: Dokunma duyusu, Yaşam duyusu, Hareket duyusu, Denge duyusu
Hissetme duyuları: Koku Alma Duyusu, Tatma Duyusu, Görme duyusu,Isı Algısı Duyusu
Bilişsel duyular: İşitme Duyusu, Konuşma Duyusu, Başkalarını Algılama Duyusu, Başka “Ben”ler duyusu
12 duyunun tamamı birbirine bağlı ve birbiriyle ilişki içindedir. Modern dünyamızda birçok şeyin duyularımızın sağlıklı gelişmesini tehlikeye attığını söyleyebiliriz. Çocuklarımızın motor becerilerinin sınırlarını zorlayan araçlar, işlenmiş ve yapay tatlandırılmış gıdalar ve insana yoldaşlık eden bir dostu taklit eden elektronik medya gibi birçok araç vardır.
Berlin’de ziyaret ettiğim bir Waldorf yuvasının bahçesinden. Büyük, küçük atlar Waldorf anaokulunun iç mekanında da bulunur. (Bugün 20 yaşında olan küçük kızım Selin Dortmund’da bir süreliğine Waldorf yuvasına gitmişti).
Waldorf yuvalarında da hemen hemen her gün dışarıya bahçeye çıkar çocuklar, bahçede yapılandırılmamış malzemelerle oynamaktadırlar. Mevsimin sınıf içinde yaşatıldığı bir köşe bulunmaktadır. Ayrıca toplanılan malzemelerle basit bir doğa masası hazırlanabilir. Çocuklara 4 temel element olan toprak, su, hava ve ateş elementlerine yönelik deneyimlerin kazandırılması çok önemlidir. Çin felsefesinde ise beşinci element tahtadır.
Waldorf pedagojisi aynı zamanda 7 yıllık dönemler vardır bu 7 yıllık dönemlerde çocuklar iyiyi, sonra güzeli ve gerçeği öğrenirler . İlk 7 yıllık dönemde Waldorf yuvalarında doğal malzemelerle çeşitli doğal malzemelerle yapılandırılmamış açık uçlu tahta oyuncaklarla oynar çocuklar, masallar Waldorf’da büyük yer teşkil eder. Waldorf pedagogu çocuklara kendi hazırladığı örtüler, yünden, keçeden figürler, dal parçaları ile masaüstü tiyatrosu ile masal anlatır aynı masal defalarca üst üste her gün anlatılır çocuklarda bir süre sonra öğretmenlerine öğretmenler gibi birer masal anlatıcısı oluverirler. Bildiğimiz resimli masal kitapları yoktur, çocukların hayallerinde türlü türlü şekil alırlar, yani masallar belirli kahramanlara alıştırmaz. Çizgi filmler, televizyon , elektronik medya çocuklar tarafından kullanılmaz. İkinci 7 yıllık dönemde ise çocuklar 2. sınıfta yazma ve okumayı öğrenirler. Okulda ders kitapları yoktur, çocuklar kendi yazarak, çizerek kendi kitaplarını oluştururlar , ama örneğin hayvan bilgisi ve bitki bilgisi gibi kaynak kitapları vardır . Bendeki bir bitki bilgisi okuma kitabında örneğin Ihlamur ağacı anlatılırken, zebranın kalbi gibi yaprakları olduğu, masalda çocukları altında toplayan bir Masalcı anneye benzer gövdesi bulunduğu, ıhlamur ağacı ile ilgili bir şiir, fıkra, mevsimlerden nasıl etkilendiği, farklı disiplinlerdeki bilgiler ve esinlendirilecek hikayeler tek bir yazıda sunuluyor. Çocuk okuduğu makale ile de yetinmiyor, ıhlamur ağacının illa da görmek daha detaylı incelemek istiyor, aynı kitapta örneğin patates ve domates birlikte ele alınıyor, ve kitapta fotoğraflar yok, elle çizilmiş konuyla ilgili resimler var.
Ayrıca 3-4 hafta süren dönemler var bu pedagojide. Bu dönemlerde ilk derste, örneğin bu 3-4 haftalık sürede çiftlik ele alınıyor. Edebiyat dersinde, fen derslerinde, matematikte, sanat, müzikte, yabancı dilde çiftlik yaşamı her boyutuyla öğreniliyor, öğrenciler aynı zamanda çiftliklerde pratik uygulamalar da gerçekleştiriyorlar. Bunun dışında yıllık bir ritim var Örneğin sürdürülebilirlik teması (yün örneği) 1 yıl boyunca işleniyor. Yün hangi hayvanlardan ne şekilde elde ediliyor, nasıl boyanıyor, nasıl keçe haline dönüşüyor hepsi uygulamalı olarak öğreniliyor. 3. sınıfta bir kulübe örneğin tuğladan, tahtadan küçük bir inşaat yapımı öğreniliyor . Aynı yaşta atla yaşamı, at binmeyi, ahırlarda atlara bakmayı, Ata dair, onun biyolojisine, tarihçesine dair birçok şeyi öğreniyorlar yıl boyunca. Dolayısıyla bu multidisipliner öğrenme sayesinde bir çiftlikte neler oluyor, kaç kişi çalışıyor, çalışma koşulları nasıldır, finansal döngü nasıl gerçekleşiyor, hayvanlar ne şekilde bakılıyor, oluşabilecek sorunlarda ne gibi tedbirler alınıyor, hayvanlarla, diğer canlılarla birlikte yaşamanın koşulları nasıl daha güzelleştirilir , köyde, kasabada yaşayanlarla işbirlikleri nasıl yapılır, adil paylaşım nasıl gerçekleşir, uzun bir zaman dilimine yayılarak öğreniliyor. 10. sınıfa kadar öğrenciler not almıyorlar öğretmen değerlendirmeleri yazılı olarak yapıyor. Çocukların da kendilerini daha iyi tanımalarına birbirlerini tanımalarına fırsat veriyor. 14 yaşına iyilik güzellik, estetiği de derinlemesine tanıyan çocuk 14 yaşından sonra bilgisayar teknolojilerini tanıyıp internete girdiğinde kolay kolay manipule olmuyor. Ezber bilgilere karşı bir direnç gösteriyor. Bali’de kızı Waldorf’a benzer bir sistemde Greenschoolda eğitim gören Büyükada’dan arkadaşımın anlattığına göre, çocuklar kendilerini de değerlendiriyorlarmış yazılı olarak.
Bir de şimdi buradaki eğitimle çocuklara "aşılanan"a bakalım. Çizgi filmlerde örneğin çeşitli hayvan karakterleri var ve kahramanlar, çocuklar hep birer kahramanın ya da lider gibi olmayı hayal ediyorlar ve ünlü olmak da istiyorlar.
TRT Çocuk'ta yayınlanan filmi Doru bir yılkı atı, ve çocuklar yılkı atlarını bu filmdekiyle özdeşleştiriyorlar, dolayısıyla at- insan ilişkisini anlayamadıkları gibi, gerek insanın gerekse hayvanın beden gücüyle çalışmasını kabullenmekte zorluk çekiyorlar. Bu çizgi filmin diğer birçok çizgi film gibi aynı zamanda bilgisayar oyunları da var tabii. Çocuklar, gençler için hayvan sevgisi teorik aşamada öğreniliyor, kitaplardan, çizgi filmlerden. Uygulamalı olarak hayvan sevgisini barınak ziyaretleri yapmak, kedi köpek mamaları ve veya onlara minik kulübeler için bağış toplamak, ya da kuş yuvası yapmak, yaralı bir hayvanı veterinere götürmek, internet üzerinden sahiplendirmek gibi etkinlikler yapmak dışına pek çıkamıyorlar. Hayvan hakları konusunda çeşitli sivil toplum temsilcileri okullara gidip bu konularda bilgilendirme de yapıyorlar. Lisede ve üniversitede gençler bu sivil toplum kuruluşlarında “sosyal sorumluluk projesi” adı altında gönüllü olarak çalışıyorlar.
Montessori Pedagojisi
Şimdi gelelim Montessori pedagojisine; İtalya’nın ilk kadın doktoru olan Dr.Maria Montessori’nin geliştirdiği Montessori pedagojisinde ise oyun yerine çalışmanın önemi ortaya konmuştur. Hem erken çocukluk döneminde hem de ilkokuldan başlayarak karışık yaş grubunun eğitim gördüğü, aynı sınıfta zihinsel engeli olan çocukların da bulunduğu sınıflarda çeşitli eğitim araçlarından birer adet bulunmaktadır, çocukların her biri tek başına bu materyallerin de yardımı ile çalışır, biri matematik çalışırken, diğeri yazı yazıyor olabilir, kendi tempolarına göre öğrenirler, dolayısıyla çocuklar arasında rekabet söz konusu değildir. Ödül ve cezanın olmadığı Montessori okullarında notla değerlendirme yapılmaz. “Kendi başıma yapmama yardım et” Montessori pedagojisine damga vuran sözlerdir. 5 duyunun eğitiminde çocukların odaklanması didaktik materyallerle gerçekleşmektedir. İlkokul düzeyinde eğitim “kozmik eğitim” çerçevesinde gerçekleşmektedir. Evrendeki yerimiz, yeryüzündeki dağların, nehirlerin, bitkilerin, hayvanların oluşumu, tarihi, insanlık tarihi, insanın evrendeki yeri, sorumluluklar bir okuldaki tüm öğrenme sürecinin çatısını oluşturmaktadır.
Montessori eğitimi ülkemizde çok popülerdir, adeta bir trend haline dönüşmüştür. anaokullarında uygulamalar olduğu gibi, bazı anne-babalar (genellikle anneler)çoğu zaman internette bulduğu bilgilerle evde Montessori uygulamaları da gerçekleştirmektedir, sosyal medyada 200.000 e yakın üyeleri olan Montessori iletişim grupları oluşmuştur, ama içerikte pedagojinin artısı eksisi üzerinde derinlik içeren paylaşımlardan çok, çeşitli etkinlik paylaşımları yer almaktadır, dolayısıyla Montessori pedagojisi de derinlemesine ele alınmamaktadır.
"Sınıfta ders kitabı yok. Olan kitaplar hikaye kitapları, ansiklopediler gibi yardımcı kitaplar. Bu kitaplarla çocuk verilen ödevi araştırıyor. “Hayat bilgisi” dersinde çocuklarla “arkadaşlık” kavramı, dünya insanları gibi konular işleniyor, çocuklar kartlarla, konuşarak, tartışarak öğreniyorlar. İkinci sınıfta, hatta temposu yüksekse birinci sınıfta çocuklar “bisiklet” i öğreniyorlar, her parçasını detayları ile. Birçok çocuk okula bisikletiyle geliyor Halle’de, onun için bisikletlerini tanımak zorundalar. Maria Montessori “ bir şeyin detayı ile çocuğun ilgisini çekeceksiniz ki, tümü daha iyi kavrasın, tüme ulaşmak için çaba sarf etsin” diyor.
Velilerin, öğretmenlerin katılımıyla, çocuklara farklı bir yöntemle öğrenme ihtiyacını gidermek üzere kurulan bu okula çeşitli sosyo-ekonomik çevrelerden ailelerin çocukları devam ediyor. Çocuğu için kimi aile 30,- kimi aile 200,- Euro ödüyor gelir durumuna göre"
Bugün 30 yaşında olan büyük kızım Günsel'in bir eski Doğu Almanya şehri olan Halle’de gitmiş olduğu Montessori İlkokulu ve Montessori pedagojisini anlattığım yazı ilk olarak 2006da zil ve teneffüs dergisinde yayınladı, bu yazının tamamına erişebileceğiniz, başka yazılarımın da olduğu web sayfamın linki: https://www.sulesenol.com/post/g%C3%BCnsel-alternatif-e%C4%9Fitim-2
Gelelim günümüze, Türkiye'de Montessori uygulamaları anaokulları düzeyinde gerçekleştiriliyor. Birçok dernek tarafından Montessori eğitmen eğitimleri düzenleniyor, genellikle sadece anaokulları için, maalesef ilkokul düzeyine bile ulaşmıyor. Montessori Waldorf, Reggio Emilia yaklaşımı uygulamalarını gerçekleştiren eğitim kurumları ve eğitmenler oldukça revaçta, ve kullanılan Montessori eğitim malzemeleri. Yani pedagojinin içeriğinin ülke genelinde tanınması yerine, eğitim araçları pazarı ve kursları genişliyor. Montessori pedagojisinin içeriğinden faydalanmak olmalı oysa esas amacımız, ama maalesef burada da da içerikten çok trendlere uyuluyor.
Reggio Emilia yaklaşımı
“Çocuğun Yüz Dili”
Bir çocuk 100′den ibarettir.
Bir çocuğun 100 lisanı,
100 eli,
100 fikri,
100 düşünme şekli,
oynama şekli ve konuşma şekli vardır.
100 her zaman 100…
dinleme şekli,
sevme şeklidir;
şarki söylemek ve anlamak için,
keşfetmek için…
100 zevk,
100 dünya
icat etmek için,
hayali kurulacak 100 dünya.
Bir çocuğun 100 lisani vardır;
(ve yüzlerce yüzlerce dahası)
ama 99′unu çalıyorlar.
Okul ve bu kültür,
kafayla vücudu ayırıyor.
Onlar çocuğa:
elleri olmadan düşünmesini,
kafasi olmadan yapmasını,
zevk almadan anlamasını,
sadece yılbaşlarında ve bayramlarda
sevip şükretmesini söylüyorlar.
Onlar çocuğa:
zaten orada olan bir dünyayı keşfetmesini söylüyorlar
ve geri kalan 99unu çalıyorlar.
Onlar çocuğa:
iş ve oyunun,
gerçek ve fantezinin,
bilim ve hayal etmenin,
yerin ve göğün,
sebep ve rüyanın
birbirine ait olmadığını söylüyorlar.
Ve onlar çocuğa
100′ün orada olmadığını söylüyorlar.
Çocuk onlara:
İmkansız, 100 işte orada! diyor.
Loris Malaguzzi / Reggio Eğitim Yaklaşımının Kurucusu
Reggio Emilia okullarının temeli, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kadınların çocukları için daha iyi bir gelecek sunabilmeleri ve yaratabilmeleri umuduyla atılmış; kendi elleriyle “tuğla üstüne tuğla” atarak, 1946 yılında ailelerin dayanışmasıyla yürütülen bir okul açılmıştır. Bu ilk okulun açılmasından itibaren desteği olan öğretmen ve öncü Loris Malaguzzi (1920–1994). 1963 yılında Reggio Emilia belediyesinin desteğini de alarak 3–6 yaşa yönelik ilk belediye anaokulunun kurulmasını sağlamıştır. Daha sonra 1971 yılında belediyenin ilk kreşin (3 aylık–3 yaş) açılmasına ön ayak olmuştur. 1994 yılında, Reggio Emilia’daki okul öncesi merkezlerini yakından tanımak isteyenlerle paylaşımları arttırmak ve profesyonel gelişimi desteklemek amacıyla çocukların haklarını koruyan ve savunan “Reggio Children” adıyla bir kuruluş açılmıştır. Yine aynı yıl gönüllülerden oluşan “Friends of Reggio Children Association” kurulmuştur. Burası aynı zamanda geri dönüşüm merkezi olan REMİDA’yı yürütmektedir. REMİDA, endüstriden ve şirketlerden bağışlanan artık materyallerin kaynak olmasını, yeniden biçim almasını sağlar. Öğretmenler ve aileler bu malzemeleri keşfetmek amacıyla burada gerçekleşen atölye çalışmalarına katılır. Parfüm şişeleri, araba farları, bilgisayar parçaları, teller, karton, kablo, kâğıt, düğmeler, deri, kumaş parçaları vb. malzemeler Reggio Emilia’daki okullarda, yüksek öğrenim kurumlarında, eğitim, kültür, spor ve çevre derneklerinde, engelli merkezlerinde çalışan kişilere ve öğretmenlere dağıtılır. 2000 yılından beri her Mayıs ayında geleneksel REMİDA Günü düzenlenir; çocukların, büyüklerin yaptığı çalışmalar “Piazza”larda, parklarda, sokaklarda sergilenerek geri dönüşüme dikkat çekilir.
Reggio Emilia felsefesinde çocuklar sadece ihtiyaç sahibi olarak değil, hak sahibi olarak kabul edilirler. Çocuklara iyi bir bakım ve sağlıklı öğretim alma hakkı verilir. Onlara, araştırma, hipotez kurma, deneme, hata yapma ve hatalarını kendi kendilerine düzeltme fırsatı tanınır. Çocukların “yüz dili” olduğu görüşü vardır. Bu görüş, onların somut yaşantılarını, resim, heykel gibi sembolik ifadelere dönüştürdükleri çok sayıdaki dili ifade etmektedir. Çocuk, doldurulacak boş bir kutu olarak algılanmaz.
Çevreyi 3. öğretmen olarak saydıkları bu merkezlerde, çocukların tüm duyularına hitap edilmesi esas alınmıştır. Mat, sakinleştirici renkler, doğal ve doğadan temin edilen malzemeler, aydınlatılmış masalar, ışığa verilen önem, esanslı mumlar/tütsüler ve aynalar, merkezlerde dikkat çeken unsurlardan bazılarıdır. Sistemin temel özellikleri olarak ilk göze çarpan “işbirliğine” dayalı bir öğrenme sistemi olmasıdır. Özellikle işbirliği nosyonu vurgulanarak, sosyal bir yapı içinde, “diyalog ile öğrenme” kavramı vurgulanmaktadır. “İşbirliği” kavramı Reggio Emilia yaklaşımının önemli mihenk taşlarından biridir. Çocuklara ve ayrıca tüm büyüklere, çalışanlara verilmek istenen unsur, “birlikte hareket etmeyi öğrenebilme”dir. Böylelikle, çocuklar, katılımcılık ve demokrasi kavramlarını da içselleştirerek eğitimlerini sürdürmüş olurlar.
Öğrenme, tek yönlü bilgi aktarımı şeklinde değil, çocukların kendiliklerinden oluşturdukları fikirlerin “proje” adı altında eğitmenler tarafından çerçevelendirilmiş zaman dilimlerinde ve karşılıklı etkileşimlerle gelişmesi şeklinde oluşur.
Orman Anaokulu
Orman anaokullarına dair bir yazımdan alıntı: SDW (Schutzgemeinschaft Deutscher Wald= Almanya Ormanları Koruma Birliği) ın "Sadece ne biliyor, seviyorsak, onu koruyoruz" sloganıdır, ve bunun için çalışır. Tabii bilmenin ilk yolu da tanımak, keşfetmek, deneyimlemektir. İnsan kişiliğini çocuklukta alır. Doğa ve orman anaokulları, çocuk gelişimini güçlendirir ve dengeler.
Çocuklar, doğada kalıcı olarak kalmak suretiyle, onun birbirine bağımlılığını yaşarlar. Yetişkinlikte bile, bu çocuklar yaptıkları deneyimlerle şekilleneceklerdir. Doğayı sevecek, saygı duyacak ve koruyacaklardır.
Doğa, çocukların hareket etmesi için ideal alandır. Orman anaokulları, çocukların hareketlerini ve fiziksel aktivitelerini özel olarak destekler. Motor anormallikleri olan çocuklar bile ormandaki açıklarını çok iyi telafi edebilir.
Birincil öğretmen kuvvet doğanın kendisidir. Sınırsız alan, sessizliği ve süresi ile (dış çerçeve) çocuktaki duygusal stabilite, konsantrasyon ve dengenin geliştirilmesi desteklenir.
Bitkiler, hayvanlar, toprak ve su bakımından aşinalık kazanılır.
Çocuklar, kendi deneyimlerini yapabilme olasılıkları ile kişisel sınırlarını da fark ederek kendi yeteneklerine dair cesaret ve güven geliştirmektedirler.
Bitmiş oyuncakların eksikliği, hayal gücünü ve yaratıcılığı teşvik eder. Doğa, oyun malzemeleri ve oyuncaklar için zengin olanaklar sunar. Çocuklar tüketmeden, yaratıcı olma, sürekli yeni durumlara adapte olma ve çözüm bulma fırsatına sahiptirler.
Finlandiya’da yaşayan, bazen onun, yazılarından, söylediklerinden de alıntı yaptığım Alternatif Eğitim Derneğinden arkadaşım Gaye Amus Avrupa’da çeşitli ülkelerde Alternatif eğitim uygulayan anaokullarında da gözlemler yapmış, belediyesi, halkı, okulları ve eğitimliyle bütünleşen bir yapı olan Reggio Emilia’da da eğitimlere katılmıştır. Uzun bir süredir de çocuklarla permakültür eğitmenliği, orman anaokulları eğitmenliği ve çevre eğitmenliği yapmaktadır. Türkiye’de ve dünyanın farklı ülkelerinde bu alanlarda eğitmen eğiticiliği yapmaktadır.
Freinet Pedagojisi
Fransız Marksist öğretmen Celestin Freinet (1896-1966) çocukların öğrenmek istediği varsayımından ve bunun doğal bir öğrenme yolu olduğu varsayımından hareket eder..”Çocukların öğrenme eksikliğinden kaçınmak istersem, öğretmenliğimi değiştirmeliyim, çocukların öğrenmesini engellememeliyim”der. Bu ancak öğretmenler de değişmeye istekli olduğumuzda mümkündür.
Freinet eğitimi çocuğun yaşamını, ihtiyaçlarını ve fırsatlarını uygulamalarının başlangıç noktası haline getirir.
.
Öğrenme doğrudan iletilen deneyimlerde gerçekleşir, didaktik olarak hazırlanmamıştır.
(Örneğin anaokullarında tahta atölyesinde çocuklar çeşitli alet ve malzemelerle çalışılırlar)
Öğrenme, öğrencilerin ihtiyaçlarına olduğu kadar öğretmenin ihtiyaçlarına da yöneliktir.
Freinet, sınıfın bir kooperatif olarak örgütlenmesi gerektiğini varsaymıştır . Eğitim materyalleri yardımcı olarak hizmet vermektedir.
Freinet pedagojisi dört temel ayağa dayanmaktadır:
1. Çocuğun öz sorumluluğu
2. Özgür kişilik gelişimi
3. Çevre ile ilgili eleştirel duruş
4. Kooperatif işbirliği ve karşılıklı sorumluluk
Freinet anaokullarının eğitim faaliyetlerinin merkezinde, tüm istek ve ihtiyaçlarıyla çocukların kendileri bulunmaktadır. Yaşam dünyasına yönelik bir yaklaşımdır, böylece çocukların günlük yaşamları ve deneyimleri günlük yaşamın merkezini oluşturur.
Anaokulunda çevreleriyle yakından ilgili olan şeyleri ele almalarına izin verilir. Çocuklar, zayıf yönlerine odaklanmadan kendi güçlü yönleriyle algılanırlar.. Freinet pedagojisi esasen ilk ve ortaokullar için geliştirmiştir. İlkokullarda sınıf meclisi, okul meclisi olmakla beraber çocuklar okula geldiklerinde yaşadıkları güne dair paylaşımlarda bulunurlar. Ayrıca okullarda küçük bir matbaa bulunmaktadır. Çocuklar kendi dergilerini çıkartırlar, ve onların yazılarını, çizimlerini çevredeki başka okul çocukları da görür, okurlar.
Celestin Freinet bir yazısında şöyle der: “ders kitapları, aslında, çocuğu yetişkinler arasında ve daha özel olarak da, müfredata ve sistemi finanse ederek eğitime egemen olan sosyal sınıfa boyun eğdirmeye hizmet eder.
Ders kitapları iyi olsa bile, bunları mümkün olduğunca az kullanmak en iyisi olurdu. Çünkü ders kitabı - özellikle de ilk sınıflarda kullanılıyorsa - basılı sözcüğün kör ibadetini yaymaya yardımcı olur.
Kitap, iddiaları pek de sorgulanamayan neredeyse kendi başına bir dünyadır." “Bu kitapta yazılmıştır,” diyor, oysa kitabın sadece hataya konu olabilecek ve çelişen ve aynı zamanda konuşabilen biriyle çelişen düşünceleri içerdiği öğretmek istenir.
Yani ders kitapları herhangi bir eleştiriyi öldürür; Muhtemelen kâğıttaki her kelimeye inanan yarı eğitimli nesiller oluşmaktadır. Eğer bu doğruysa, ders kitaplarına karşı savaş gerçekten gerekli.
Ancak ders kitapları da öğretmenlere tabidir.Aynı bilgiyi aynı şekilde aktarmaya alışırlar, çocuğun onu kavrayıp ilişkilendirebileceğini düşünmeden. Zararlı rutin eğitimciyi ele geçirir.”
Freinet pedagojisinin arkasındaki fikir en iyi Célestine Freinet'den bir alıntı ile gösterilmektedir. “Zihin doldurduğunuz bir ahır değil, beslediğiniz bir alev” demiştir.. Bu birkaç kelime Freinet pedagojisinin arkasındaki ideolojiyi uygun bir şekilde özetlemektedir. Bu nedenle, çocuklar doğumlarından itibaren, bağımsız ve kendi kararlarını veren şahsiyetler olarak kabul edilmeli ve asla bitmemiş yetişkinler olarak anlaşılmamalıdır. Özelliklerinde, öğrenmek ve keşfetmek için doğal bir dürtüleri vardır ve bu nedenle en çok kendi gelişmeleriyle ilgilenirler. Bu süreçte, başlangıçtan itibaren, neşe ve aktif öğrenme ile ilgili sorularla eşleştirilmiş bir potansiyel ortaya koyarlar..Doğal canlılıklarından dolayı bunu doğal olarak yaşarlar ve hiçbir şekilde dışarıdan bir "dolgu" yaşamaları gerekmez.
Görüldüğü gibi çocukların küçük yaşlardan itibaren edindiği bu kazanımlar onlara yaşam boyu eşlik eder, bu kazanımlarla, dışarıdan dayatmalara, şartlandırmalara maruz kalmayan çocukların hakkaniyet, adaletle ilgili duyarlılığı yüksek olur, açık beyinli, açık fikirli olurlar.
Krishnamurti
“Sadece özgür akıl sevginin ne olduğunu bilebilir.” Jiddu Krishnamurti (1895-1986)
13 yaşındayken beri dünya öğretmeni seçilen Jiddu Krishnamurti
için eğitimin ve eğitimli olmanın anlamının ne olduğunu ve niçin eğitimli olmak istendiği bilinmeden uygulanan her sistemde, eğitim, amaç olmaktan öte bazı çıkarsal durumlar için araç olur; sınavları geçmek, diploma sahibi olmak, derece almak, iş sahibi olmak, evlenmek ve dolayısıyla toplumsal değerler kabul edilen "para, konum, prestij, güç" uğruna araçsallaşır. Araçsallaşan eğitim, Krishnamurti'ye göre gerçek eğitim değildir.
Gerçek eğitim, zekâyı geliştiren ve böylece kişinin korkularıyla yüzleşmesi ve korkularını yenmesiyle mümkündür. Başkalarının sizin hakkınızda ne söylediğini veya ebeveynlerinizin ne diyeceğini kafanıza taktığınız an korkunun esiri oluverirsiniz. O zaman eleştirilmekten, başkalarının sizin için ne düşüneceğinden, cezalandırılmaktan, sınavı geçememekten korkarsınız. Bu yüzden bireylerin korkularının nedenlerinin farkına varmaları ve onları kavramalarına yardım etmek, eğitimin özünü teşkil etmelidir
Krishnamurti’nin felsefesine ait bir başka önemli nokta, söylenenlerin “sınanması”, “şüphe uyandırması” ve hatta “parçalara ayrılması” gerekliliğidir. Özünde bunun anlamı, günlük hayat deneyimlerimize aksi yönde bize karşı ileri sürdüğü önermelerin sınanmasıdır. Şayet kişi bunu yapmazsa tartışmaya devam eder ve burada “sözcüklerin külleri” arasında kalırız. Elbette ki böyle bir sınama esnasında birtakım zorluklarla karşılaşılaşılacaktır.
“Dünyanın neresinde yaşıyorsak yaşayalım ya da hangi kültüre ait olursak olalım, birey olarak, insan olarak dünyanın genel durumundan bütünüyle sorumluyuz.” Jiddu Krishnamurti
Hepimiz bir şekilde küçüklükten itibaren koşullandırıldığımızı kabul etmek durumundayız. “Koşullandırılmanın iyi veya kötüsü yoktur” der Krishnamurti.
Marshall Rosenberg’in “şiddetsiz eğitim”inde de Krishnamurti’nin görüşlerinden, duruşundan yararlanılmıştır.
Demiyorum ki, hemen radikal bir şekilde eğitim sistemi değişsin, sistem yine tepeden inme değişecektir böyle olursa. Fakat eğitimde bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız vardır, ..Benim söylemek istediğim; Potansiyel Geliştirme Akademisinin (Akademie für Potenzialentfaltung) kurucusu beyin araştırması "onur pusulası" hareketini başlatan Prof. Gerald Hüther gibi, onurumuzla yaşayacağımız, kimsenin onurunun (Würde= onur, haysiyet) zedelenmeyeceği
ortamlara ihtiyaç var, kimsenin nesneleştirilmediği, özne olarak var olduğu yapılara.
die Würde des Menschen ist unantastbar"..İnsanlık onuruna dokunulamaz. Alman Anayasasının 1. maddesi. ( Alman lisesini bitirmiş olan küçük kızım Selin Şenol’a ve diğer öğrencilere 9. sınıfta politika dersinde verilmişti Anayasadaki maddelerin olduğu kitap) Her bireyin özne olduğu, davet eden, esinlendiren, cesaret veren, harekete geçen ve harekete geçiren topluluklar olmalıyız.Onurlu yaşamak hem kendimizin hem de başkalarının onurlu yaşamaları için çalışmak gerekli. Onur pusulası, birlikte onurlu yaşamanın, ve yaşatmanın yollarını gösteriyor. Onur denince çocuğun onuru akla gelmiyor. Çocuğun kendi başına keşfetmesine imkan verilmiyor, severek heyecanla öğrenme, keşfetme sürecine sekte vuruluyor. Yargılamalar, etiketlendirmeler, kıyaslamalar, ödül ve cezalara göre hareket etmek, baskılar, çeşitli ölçme ve değerlendirmeler, beklentiler kişinin potansiyelini geliştirmesine engel olmakta, çocuğun da tabii.
Atlar, Eğitim, Sosyal Sorumluluk
Konuyu maalesef atlar, faytonlar ve Adalarla ilişkilendirmeden edemeyeceğim.
İstanbul'da özel okulun olmadığı bir ilçe Adalar, yasal olarak otomobillerin, motorlu taşıtların kullanımının yasak olduğu yer Adalar. Halen çocukların sokakta rahatlıkla oynadığı yer Adalar.
Ama ne yapılıyor, yaklaşık 10 yıldır faytoncular zulüm yapanlar olarak gösteriliyor atlara, varsayalım tüm faytoncuların % 10 u ya da %50 si gerçekten zulüm yapıyor, işkence yapıyor, atlarına iyi bakmıyor, bu değiştirilemez, düzeltilemez miydi, sorgulanmıyor, “faytonlar kaldırılsın”eylemleri, kampanyaları düzenleniyor.
Oysa faytoncuları itibarsızlaştırmak yerine, bu mesleğin, atların de kendilerinin de yaşam koşullarının geliştirilmesi için çaba sarf edilemez miydi?
Ne diyorduk: Çocuk sevdiğini, tanıdığını, bildiğini korur. Yetişkin de öyle.
“ Biz de bu bağlamda faytoncuların, kendi atlarını daha iyi korumasına yardımcı olalım, sekiz asırlık bir yerleşim yeri olan Adaların faytonlarının Adalılar tarafından neden korunmak istendiğine kulak verelim, onlarla birlikte hareket edelim ” diyen bir hayvan hakları savunucuları çıksaydı keşke, eğer gerçekten yaşam koşullarının hem insan, hem hayvan için daha iyileştirilmesi isteniyorsa.
Ama maalesef faytoncuyu, faytona koşulan atı da çevresini, doğayı, atı bilmeyen ve Adaları da bilmeyen koskoca bir kültürü sadece “nostalji ” olarak niteleyen, kanımca kolay manipule edilebilecek, ezber doğruları olan, buna karşın sosyal medyayı çok iyi kullanan bir kitle durmakta karşımızda. Bu kitle aynı resimler, videolar defalarca internette paylaşarak faytoncuları etiketlemede, tükaka ilan etmekte.
Bütün bunların eğitimle ne alakası var, diyebilirsiniz. O zaman hepimiz koşullandırıldığımızı kabul edelim, önce.. Bir alternatif eğitim metodunu kopyala-yapıştır uygulayamayacağımız gibi, kendimiz dahil etki alanımızdaki – yanlış gördüğümüz her şeyi- mevcut doğadaki, hayvandaki, insandaki güzelliği, zenginliği koruyarak
"mevcudu özenle iyileştirmek" yoluna gidelim. Lütfen “fayton yerine elektrikli fayton reçeteciliğine soyunmayalım”
Şimdi soruyorum yaklaşık 10 yıldır “fayton kaldırılsın” diye kampanyalar yapanlara, ve onlara daha sonra katılanlara, biliyorum binlerce kişisiniz, lütfen tekrar bir düşünün, belki de eğitimde neleri yanlış yapıyoruz, neyi eksik yapıyoruz, neyi daha iyi yapabilirdik, onu düşünün. Bu sürece nasıl gelindi, ona bir bakın.
“Faytonlar kaldırılsın" bildirinize 400 e yakın sivil inisyatif imza atmıştı, 81 atın ruam nedeniyle itlaf edildiğinin ertesi günü, bunların arasında Bitez Sokak Çocukları da vardı, muhtemelen Adaları, faytonları hiç görmemiş çocuklar. Ne demiştik,” insan sevdiğini, bildiğini, korur”, bilmem Bitezliler İstanbul Prens Adaları atlarını, faytoncularını, buradaki kültür varlığını, yaşanmışlıkları biliyorlar mı? Ya “faytonlar kaldırılsın” aktivistleri.
Hadi diyelim faytoncu esnafını düşünmediniz. Ya Adalı çocuklar, gençler. Düşündünüz mü şu ara onların hayatında okullarında, evlerinde, sokaklarında neler yaşandığını, onların atlarla olan ilişkilerini, geçirdikleri travmaları, “potansiyel ruamlı” diye etiketlenmeleri, belki de Adalardan gitmek zorunda olmanın verdiği gerginliği. Sizler “Donkişotluk yaptık” deyip zafer ilan edenler, "sosyal sorumluluk sahibi, hayvansever, hayvan hakları koruyucuları olmayı öğrendiniz, öğretildi size muhtemelen bu şekilde “hayvan hakları koruyucusu” olmanız, en sesini çıkaramayan, örgütlenmeyen kesimi hedef aldınız. Lütfen çevrenize daha iyi, daha dikkatli bakın. İnsana da hayvana da zulüm yapan çok kişi göreceksiniz. İnsan hakları ile hayvan haklarını birbirinden ayrı tutmayın, kimsenin onurunu incitmeyin, ve onurlu, ilkeli olun, ezber söylemlerden, bilgilerden kaçının.
Ve herkese sorular; eğitimcilere, eğitim kurumları yöneticilerine, sivil toplum örgütlerine, ve siyasilere:
Fayton sorunu nasıl oluştu? Bu alanda görev ve sorumlulukları olan idari kurumlar ne derecede görevlerini yerine getirdiler? Faytonculara duyulan tepki neden kaynaklanmaktadır? Çocuklar, gençler bunun neresindedir? İnsan hakları, hayvan hakları ve özgürlükleri konusunda bu çocuk ve gençler ne gibi bilgilere sahiptirler? Okullarımızda bu hak ve özgürlükler ne derecede değerler bağlamında öğrenilmektedir? Sosyal sorumluluk projeleri ne şekilde gerçekleşmektedir ? Öğrencilerin katıldıkları sosyal sorumluluk projeleri nelerdir ve uygulamaya nasıl katılırlar? Sosyal sorumluluk dediğimiz şey bir proje midir, şayet değilse niye hep proje bağlamında ele alınır? Sosyal sorumluluk, sosyal medya ilişkisi nerededir? Medyada sosyal sorumluk projeleri, dernekler, vakıflar nasıl, ne şekilde yer almaktadır? Özellikle hayvanseverler, hayvan hakları savunucuları ne derecede pet dediğimiz hayvanlar dışında diğer hayvanların yaşam koşulları hakkında bilgiye sahiptir? Bunun dışında faytonların kaldırılmasıyla oluşacak hasardan ne derecede haberdardırlar? Sürdürülebilirlik nedir, tam biliyor muyuz? Eğitimde değerler, felsefe ne şekilde işlenir, şekilleniyor? “iyi, başarılı insan” değil de faydalı insan olmak için neler yapıyoruz, okullarda neler yapılıyor?
Sivil toplum örgütleri ne yaparlar, hangilerinin yaptıkları işler sürdürülebilirdir? Sivil toplum hareketi için mutlaka bir sivil toplum örgütü mü olması gereklidir? 3-5 kişi bir araya gelip mahallelerinde bir sivil girişim oluşturamazlar mı? Sivil toplum nasıl temsil edilmektedir, nasıl temsil edilmelidir? Okul meclisleri, mahalle meclisleri, Kent konseyleri nasıl aktif, katılımcı hale gelir?
Toplumun her kesimden insanın ortak meselelerinde bir araya gelmesi nasıl oluyor da gerçekleşememektedir? Sivil toplum örgütleri, partiler, kurumlar katılımcılığı neden gerçekleştiremektedir? Neden örneğin Adalar’daki meseleleri BİRLİKTE çözüm yolları geliştirilirken mevcut potansiyelden yararlanılmaz, bu ortak POTANSİYELe dönüştürülemez?
Tanıyacağız, bileceğiz de koruyacağız atları, ya da bilenlerden öğreneceğiz. Atlar gerçekten korunuyor mu, yoksa atlar üzerinden oyun mu oynanıyor? Türkiye'de neler oluyor, dünyada neler oluyor? Hangi koşulllarda yaşıyorlar, nasıl yaşamalılar?
Haydi bir konuşalım, anlatalım, paylaşalım aynı zamanda bu konuda hak ihlallerini. Atlar ve Adalet üzerine https://www.facebook.com/groups/599827284199305/
Dipnot: Dört kuşak Büyükadalıyım , sanki birkaç ay önce yeni keşfettim bunu. Oradaki sorunları görüp bu konuda bir şeyleri düzeltmeye çalışanlar arasında yer alırken, anlattım doğru bildiklerimi, anlatılanları yaymaya çalıştım, fikir yürüttüm kendimce, ama çok geç kaldım, bugün benim gibi geç kaldığını söyleyen birçok arkadaşım var. Orada yaşanan sorunları bunca zamandır görmememin nedeni olarak 1982 den beri Adada yaşamamak gibi bir bahanesi olamaz maalesef.
“Gün gelir, adalet herkese lazım olur” Bunu maalesef çok geç fark ediyoruz. Dolayısıyla başkalarına yapılan haksızlıklara uzak duruyoruz. Ben bir İstanbulluyum ve İstanbul'da hem valiliğin hem de seçmiş olduğumuz bir belediye başkanının ve meclis üyelerinin verdiği kararların doğru olup olmadığını irdelemek gereği duydum, ama maalesef çok geç kaldım, çünkü bu duruma getiren süreci hiç gözlemlememiştim böyle enine boyuna. Faytonculuk üzerinden yıllardır bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütülüyor, “atlar özgürleştirilmelidir” deyip, faytona koşulmayan atlarla ne yapılacağı bilinmiyor. Ve kampanyaları başlatan, katılan bazı dernekler öğrencilere hayvan hakları eğitimleri veriyorlar, Bu derneklerin eğitimlerini kim denetliyor, zaten okullarda hayvan hakları müfredatın içinde değil mi?
Uzun zamandır eğitimde birçok şeyi deşen, nasıl olması gerektiği üzerine araştıran biri olduğumu iddia etsem de tüm yaşananlara başka bir perspektiften bakmak gerektiğini de anlatamadım, sürüklendim, sürüklenilmesini izledim.
Üzgünüm.
At mir’attır, yani aynadır.
At bana da, topluma da ayna gösterdi.
Belçikalı ressam Pieter Brügel’in “çocuk oyunları” tablosunda 1560 yılında ahşap panel üzerinde 80 den fazla çocuk oyunu betimlenir.
Çocuklar tahta atlara binerler keyifle. Değnek at eşlik etmiştir tarihte çocuğa tarih boyunca. Oyuncak müzeleri, oyuncak fuarlarının logolarında yer bulmuş, oyun amaçlı olmuştur tahtadan zanaatkarın ellerinde şekillenen atlar.
Çocuklar doğayı severler, hayvanları severler.
Tahta atla da oynasın çocuklar, ama gerçek atları da görsünler, kapalı ahırlarından çıkmış faytona koşan atları..
“Aaa, bak AT a , ne kadar güzel ” demeye devam etsinler Prens Adalarının sokaklarında. Keyfini çıkarsın ATLAR beğenilmenin, sevilmenin.
Ya biz..Biz oyuna gelmeyelim. Atlısına da atsızına da..
Şule Şenol
Çocukluğum ve Büyükada ile ilgili: https://www.sulesenol.com/post/%C3%A7ocuklu%C4%9Fu-toparlamak
Küçük kızım Selin ve Eğitime dair:
,
Σχόλια