Çocuk hakları ile ilgili her yıl çalıştaylar, paneller düzenlenmekte. İlk olarak yaklaşık 12 yıl önce Alternatif Eğitim Derneğini temsilen dernekten arkadaşım Dr. Bülent Akdağ’ın önerisiyle Gündem Çocuk’un düzenlediği Ankara’daki toplantıya katılmıştım. O dönem Oyun, sanat ve zanaat derneğimiz de vardı, ve çocukların, yetişkinlerin ortak kullanabileceği alanların azlığından ve olanların da işlevsellikten, estetikten yoksun olduğundan bahsetmiştim.
Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti ama o buluşma alanları gittikçe daha da azalıyor. Çocukların okullar dışındaki akranlarıyla teması gerçek etkileşimle, oyunun, doğallığı, kendiliğindenliğinden faydalanılarak değil, belirli çoğu paralı olan etkinliklerde gerçekleşiyor.
Geçen yıl Okan üniversitesinde düzenlenen Çocuk hakları günü vesilesiyle benim de konuşma yapmam istenince, ben de bu sefer “oyun hakkı ve ortak paydalar, mekanlar ” la çocuğun oyun hakkını, çocukluğunu yaşama hakkını Onur meselesi üzerinden de ele alayım dedim, bu sefer de T ile K ile başlayan kelimelerle anlatıma ara vererek kendimi “O”larla başlayan kelimeler arasında ilişkilendirmede bulundum.
Burada konuyu biraz daha detaylandırmaya çalışacağım.
ONUR:
Onur ve haysiyet aynı kelime Almanca “ Würde" .
"die Würde des Menschen ist unantastbar"..İnsanlık onuruna dokunulamaz. Alman Anayasasının 1. maddesi, bu yılı 70. kıl kutlanıyor, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesinin de öyle. (Geçen yıl Alman lisesini bitirmiş olan küçük kızım Selin Şenol a ve diğer öğrencilere 9. sınıfta politika dersinde verilmişti Anayasadaki maddelerin olduğu kitap.. Özellikle "Artikel 1 i bilmeyenlerle alay ederler" diyor Selin).
Almanların üzerinde çok büyük bir kara leke soykırım. Ve insanlık onurunu temele alıyorlar anayasal olarak, ama ne kadar uygulanabiliyor orada da, tartışmalı) Nörobiyolog Prof. Gerald Hüther ve Akademie für Potentialentfaltung- Potansiyel geliştirme akademisinin kurucusu aynı zamanda. "Würdekompass"=onur pusulası adında bir hareket başlattı, ben de takip edenlerindenim. Viyana'da yaşayan, orada bulunduğum sürede bazen evinde kaldığım sevgili kuzenim Aysel (dedelerimiz kardeş) bir sosyal pedagog ve ailelerle çalışıyor. Bol bol pedagojiyi konuştuk son olarak onda kaldığımda. Bir baktım Gerald Hüther'in Würdekompass dahil bütün kitaplarını almış, eve geldi. Okuduk, söyleştik, dinledik, öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz.
Ne anlatmak isteniyor pekiyi Würdekompass ile:. Amaç, içimizdeki derin insanı yeniden keşfetmek ve birbirimize yardım etmek, dünyaya açılmak ve cesurca paylaşmak, teoride değil, pratikte. Kişi onurlu bir duruşa sahip ise, bu onun tutarlılığını da beraberinde getiriyor, ama bu maalesef kişilerin nesneleştirildiği mevcut hiyerarşik düzende pek mümkün olmuyor.
Onur denince pek çocuğun onuru akla gelmiyor. Çocuk nesneleştiriliyor. Çocuğun kendi başına keşfetmesine imkan verilmiyor; severek, merakla, heyecanla öğrenme, keşfetme sürecine sekte vuruluyor. Yargılamalar, aşağılamalar, etiketlendirmeler, baskılar, kıyaslamalar, ama aynı zamana yarıştırmalar, rekabet, dış kaynaklı ölçme ve değerlendirmeler, ödül beklentisi, ceza korkusu, kişinin kendini özne olmak görmesinin, potansiyelini geliştirmesinin önüne geçmekte, çocuğun da tabii. Çocuğun ihtiyaçları doğrultusunda kendi kendine keşfettiği, istediği, önemsediği, sevdiği şekilde değil de, çoğu zaman yetişkinlerin, sistemin öngördüğü şekilde hareket etmesi bekleniyor.
Oysa her bireyin özne olduğu, davet eden, esinlendiren, cesaret veren, harekete geçiren ve geçen topluluklara ihtiyaç var. Onurlu yaşamak için, hem kendimiz onurlu duruşa sahip olmalı, başkalarına da onurunu kırıcı davranışta bulunmamalıyız. Onur pusulası, birlikte onurlu yaşamanın, ve yaşatmanın yollarını gösteriyor. Ve bu yönde hareket eden toplulukları da tanıtıyor.
Bu topluluklar genelde yerelde ortak amaçlar için bir araya gelen kişilerden oluşuyor, çeşitlilik zenginliktir deniyor, ve birlikte co-creatif olunuyor,yani BİRLİKTE, birbirini tamamlayarak, birlikten beslenerek YARATICILIK. Bu konularla ile ilgili internette çok sayıda söyleşi, yazı bulabilirsiniz. Ama maalesef hemen hemen hepsi Almanca.
Çocuklar ve onların oynama hali co-creatifliğin en önemli örneği.
Benim çok beğendiğim bir örnek ise Arno Stern’in resim mekanı ve resim dersi yerine resim oyunu çalışmaları, Arno Stern II. dünya savaşında yetim kalan çocuklara resimlerle kendilerini ifade etmesini ve sanatın sağaltıcı gücünü kullandığı bir resim mekanı oluşturmuş. Resim dersi, resim kursu yerine "resim oyunu"diyor Arno Stern. Mekanda farklı yaşlardan yaklaşık 15 er çocuk duvara yerleştirdikleri farklı büyüklüklerdeki kağıtlara resim yapıp, boyuyorlar. Bu resimler uzmanlar tarafından değerlendirilip yönlendirilmiyor, konu başlığı da yok. Bu çalışma çok uzun yıllardır arşivleniyor. Kişinin birilerine birşeyi beğendirmek için değil, kendini renklerle, çizimle iade ettikleri duygularının ifadesi. Aynı zamanda oynama, üretme, yapma eylemi merkezde, çocuklar herhangi bir ölçme, değerlendirme yapılmadığının ve bir derste olmadıklarının farkındalar. Arno Stern bir röportajında 2000 li yıllardan itibaren çocukların daha fazla öğrenilmiş kalıplara göre resim yaptıklarını söylemektedir.
Esasına öğrenme sürecini akışında, öğrenmek için önce hissetmek gerek, duygu, düşünce (düş kelimesinden türemiş zaten), matematik (sayılar, orantılar) ve ardından bunları ilişkilendiren bilgi öğrenme sürecindeki en önemli basamaklar. Önce bilgi ve en son duygu gibi bir durum söz konusu ama genelde eğitim sistemimizde. Edinilmiş bilgiyi duyguyla ilişkilendirmek çok zor, özellikle dokunmadıkça, orada ve o anda olmadıkça. Bir vaka, yaşanmışlık örneğinden yola çıkıp, onu her boyutuyla ele almak mümkün, farklı düşünce ve fikirlerle birlikte.
Ayrıca küresel bir sorundan yola çıkmak, daha sonra bunu mercek altına almak, yakın çevremizle ilişkilendirmek, açık uçlu sorulara imkan vermek, yine açık uçlu cevaplara, bir sorunun başka bir soruyu, sorunu da, çözüm önerilerini de beraberinde getirdiğini görmek, detaylarda gizlenenleri ortaya çıkarmak gerek.
Öğrenmenin, okul kurumuna öğrenmenin -onur pusulasına da dayanarak- tamamen değişmesi gerektiğini savunan, anlatan hareketler de var. Schule im Aufbruch diye bir hareket var örneğin Almanya, Avusturya ve İsviçre’ye de yayılmış durumda. Başka ülkelerden de okullar katılıyorlar. Ünlü sinirbilimci Prof. Gerald Hüther’in co-creatif , birlikte hareket etme üzerine konuşmalarını internetten takip edebilirsiniz. O da bu hareketi başlatanlar arasında.
Birşeye, birilerine “karşı” değil, ortak bir MESELE “için “oluşan hareketler çok değerli.
Küresel, toplumsal sorunlara BİRLİKTE çözüm önerileri getirirken, uygulama örnekleriyle somutlaştırma yollarını açmamız lazım.
Gençlerin hesap yapması lazım bazı verileri kullanarak mesela, çevre için tetrapakları toplayıp dönüştürmeden tutun, ortak kullanım alanları, örneğin toplu taşımanın önemini ortaya koyup, mevcut toplu taşıma güzergahları yerine başka güzergahların kullanılmasına dair birçok şey yapılabilir.
İstanbul’u ele alalım, otobüs- minibüs toplu taşıma aracı kullananılan yola paralel Kadiköy- Pendik metrosunu yaptılar, şimdi de Üsküdar- Sancaktepe. Bir sürü masraf, işletmesi de maliyetli, ayrıca deprem beklenen bir şehirde oldukça riskli, bir de yapmaya başlanıp yarım bırakılanalar var, onlar daha da tehlikeli. (Rahmetli eşim Süha Şenol Viyana'da da metro statik hesaplamalarını gerçekleştiren statikçi inşaat mühendisiydi, onun söylediklerine dayanarak riski gözardı etmememiz gerektiğini söylüyorum. )Yol tabii biraz daha kısa sürüyor olabilir ama, ben hala toplu taşıma ile Ümraniye, Çekmeköy, Ömerli'nin birleştiği Tepeüstü’nden Bostancı’ya veya Kozyatağı’na gidemiyorum, otobüsle otoyoldan 10 dakikalık mesafe dolaşa dolaşa 1 saat 10 dakika sürüyor, ve 2 aktarmalı metro arada çok uzun yürüme mesafesiyle metroyla 45-50 dakika- gibi sürüyor.
Bunun gibi onlarca deşeceğimiz, hatta çocukların biraz da matematik yaparak, karşılaştırarak deşecekleri çok sorun var. Toplu taşımanın sık ve çok kişi tarafından kullanılması, konforlu, kolay erişilebilir olması ile otomobil sayısı da azalacaktır. Bu da daha az park yeri gereksinimi, ve daha az trafiği beraberinde getirecektir, ayrıca karbon ayakizini düşürecektir.
Ayrıca bir toplu taşıma aracında, birşeyler okumak, etrafını izlemek, belki yanında oturanla sohbet etmek, hele hele vapurlarda, iskelelerdeki karşılaşmalar, inanın sürekli toplu taşıma aracı kullanan biri olarak gerçekten bazen gayet verimli oluyor
"Çevre eğitimi, iklim değişikliğine dair eğitim" dendiğinde acaba bu konular deşilebilir mi? Gerçek ihtiyaçlar, basit ve minimum masraflı, ama aynı zamanda bir zihniyet değişikliğini gerektiren çözüm önerileri sunulabilir mi? Siyasete bakarsanız ne muhalefet, ilgili kamu kuruluşlar ne de eğitimin nasıl olmasına dair konferanslarda, medyada konuşma yapan aydınlar, akademisyenler, ünlüler cesaret ediyor ne de iktidardakiler bu konuları enine boyuna ele almaya. Ve/veya pek de işin pratik tarafını tanımıyorlar, pratik uygulamaların nasıl gerçekleşeceğini bilmiyorlar, bir taraftan da onurlu yaşamın olduğu, insanın kendini değerli hissedeceği bir duruşu da maalesef sergilenemiyorlar.
Bunun en önemli sebeplerinden biri de üniversitelerdeki eğitim görevlileri , aydınlar, gazeteciler, yazarlar toplumda pedagojinin de, kişilerin ortak potansiyelinden yararlanılmasının da çok dar bir çerçevede ele alınması. Ve onların söylediklerinin "genel kabul" haline getirilmesi.
Akıl yürütme süreçlerine dahil olabilecek, öneriler sunabilecek kişilerden de faydalanma gereği duyulmuyor. Gerçek ihtiyaçlar görülmüyor.
Önce duygu, sonra bilgi diyorum; ama nasıl bir bilgi. "kabul gören" bilgi üzerine değil. İlkeli, ihtiyaçlar doğrultusunda aktarılan, düşünmeye, araştırmaya, akıl yürütmeye ve harekete geçmeye, paylaşılmaya de teşvik eden bilgi. Bu yüzden çocuğun algılama biçimini, gerçek ihtiyaçlarını da çok iyi tanımak gerek. Çocuğu, çocukluğu ve gerçek gereksinimlerini tanımayı önemseden, kendimizi tanıdığımızı , toplumu ve davranış biçimlerini tanıdığımızı zannedip, ona göre hareket etmek çok büyük bir yanılgıdır.
Ben pedagoji ile ilgili, ya da son yıllardaki beyin ile ilgili araştırmaları takip ettiğimde , hep Almanca kaynaklardan kimisine göre “ezber bozan” ama esasında özünde bilimsel araştırmalara dayanan, zihniyet değişikliğine de sebep olabilecek söyleşilere, kitaplara, kitlesel hareket örneklerine ulaşıyorum; çok sayıda okunuyor, izleniyorlar, ama tüm bunların Türkçe tercümeleri yok, çoğunun İngilizceye tercümesi de yok. Dolayısıyla onlar da çok dar bir kitleye ulaşabiliyorlar.
Öyle bir durumdayız ki; bir konuda 11 kitap okursun, 12 inci kitap ise sana bambaşka bir bakış açısı sunar, ve diğer okumuş olduğun kitapları bırakın önemsiz görmeyi, başkaları okumasın, etkilenmesin diye çaba sarf edersin, ve her şeyden önemli o 12. Kitap seni harekete geçirir, başkalarına da o 12. Kitabı işaret edersin.. Ama bizim bu ülkede o 12. Kitaba ulaşmak çok çok zor, çünkü yok. Bilmem anlatabiliyor muyum?
OYUN
“0yunu kurtarın” diyor kitabında nörobiyolog Gerald Hüther. Oyunun tehdit altında olduğunu anlatıyor. Serbest oyunun, çocuğun kendisinin sürekli keşif halinde oynadığı, rekabet, içermeyen oyunun önemine dikkat çekiyor. . “İnsan oyun içinde tam olarak insandır” demiş Friedrich Schiller.
Oyunların ticarileşmesi, hep rekabet içermesi, bilgisayar oyunlarının bağımlılığa sürüklemesi, çocukların hep sınırları çizilmiş, yapılandırılmış oyunlarla oynatılması, çocuğun oyununun bölünmesi, yetişkinin oyunun mimarı olmaya kalkışması, her çocuğun oyunda özne olması gerekirken oyunda, çeşitli etiketlendirmeler, kıyaslamalar, yarıştırmalar, ödül ve cezalarla (Burada bahsettiğim oyun kurallı oyunlar değil) oyunun gerçek niteliğinin bozulduğunu görmekteyiz. Oyunun yetişkin tarafından yönlendirilmesi, küçümsenmesi, çocuğun olduğu gibi, otonom bir varlık olarak kabul edilmemesinin göstergesi.
Tabii oyun malzemeleri de çok önemli, örneğin ahşap oyuncak özellikle 0-6 yaş çocukları için en önemli ihtiyaç, ama onlar arasında hem estetik, hem kullanım değerinin yüksek olanlarını, çocuğun kurcalayağı, keşfedeceği olanlarını seçmek gerekiyor. Tek amaçlı, tek tip yönergeli oyunlardan, oyuncaklardan hep uzak durmuşumdur. Hele hele bunların "zeka geliştirici oyunlar-oyuncaklar, akıl oyunları" sıfatlarına büründürülmesine. https://www.geloyna.com.tr/takil-oyunlari-akil-oyunlarina-karsi-1/
Ahşap oyuncak yapımını, tasarımını, çeşidini de ele aldığım Milli Eğitim Bakanlığının bu konudaki çalışmalarını eleştirel biçimde ele aldığım bir yazı, mektepli gazetenin sitesinde yayınlanmıştı. https://mektepligazete.com/blog/detay/MEB-de-ahsap-oyuncak-projeleri
ORTAK PAYDA, ORTAK ALAN, ORTAM, ORTAKLIK:
Çocukların kendilerini, çevresindekileri tanıdıkları, keşfettikleri, öğrendikleri veya çeşitli kimliklere, rollere bürünebildikleri, ifade ettikleri, cesaretli oldukları hal oynama hali , aynı zamanda yetişkinlerin de tüm sosyal statülerini, kimliklerini bir tarafa bırakıp diğerleriyle eşit koşullara geçtiği belki de tek hal oynama hali, tabii yarış, rekabet yoksa.
Farklı aile yapılarından, farklı sosyo-ekonomik gruptan çocukların bir arada oynaması çok önemli. Çocuk çocuktan öğreniyor, hatta oynayan, üreten çocuktan. Bu bağlamda hem yetişkinlerin oynayacağı, üreteceği ortak kullanım ve temas alanlarına ihtiyaç var hem de farklı yaşlardaki, farklı sınıflardan çocukların. T-istasyonu esasında buna bir örnek etkileşim alanı, herkesin öğrenen ve öğreten olduğu, hatta "Gel Oyna'da yetişkinlerin oynaMAMAsı yasaktır" diyorum ve oyun sayesinde etkileşimin deneyimlenmesini istiyorum. Oyunun, oyuncakların davetkarlığından, güzelliğinin de görülmesini biliyorum. T-istasyonu adını verdiğim T harfi ile başlayan Temas ve etkileşim oyun, sanat, zanaat ile ilgili çalışmaların olduğu ortak karşılaşma alanları. https://www.t-istasyonu.com/
Okul
"Schule" okul demek Almanca. Ben öğrenmenin okul kurumu dışında da her zaman her yerde gerçekleşebileceğinin gösterebilmek istiyorum. Ve tabii okul kurumunda yapılması gereken değişiklikleri tartışmak, bunlara dikkat çekmek.
Çocuklar maalesef özel okul- devlet okulu diye ayrılmış, ayrıca okullarda başarı durumlarına göre de ayrılıyorlar. Ama örneğin reform okulları dediğimiz birçok Montessori okulları gibi alternatif okullarda, ve hatta artık birçok devlet okulunda farklı yaşlardan, aralarında zihinsel engellilerin de olduğu çocuklar aynı sınıfta bir arada eğitim görüyor. (Büyük kızım eski Doğu Almanya şehri olan Halle’de böyle bir okula gitmişti. Bununla ilgili yazım: http://t-istasyonu-geloyna.blogspot.com/2006/08/yasayarak-ogrenme-montessori-anlar.html
Mesela Berlin’de bir devlet okulu olan Freinet,Waldorf, Montesssori, P. Peterson pedagojisinden esinlenmiş ve 1.2. ve 3. Sınıf bir arada eğitim görüyorlar. Almanya’da artık birçok okulda karışık yaş grupları var.
Ayrıca ortam, mekan denince, özellikle temelinde dayanışmanın, okul meclislerinin, eleştirel düşüncenin diğer alternatif eğitim uygulayan okullara göre çok daha fazla ön planda olduğu Freinet pedagojisinde sınıfı dışarıya çıkarmak (dışarıdaki yaşama), ve yaşamı sınıfa getirmek gibi bir duruş vardır. Yani çocukların öğrenme ve etkileşim alanları sadece okullar değil, gerçek ve doğal yaşam alanları, parklar, sokaklar, orman, müzeler gibi ortak karşılaşma alanlarıdır.
Bu yıl Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesinin imzalanmasının 40. Yılı, BM İnsan hakları sözleşmesinin 70, yılı ve 1. Maddenin insanlık onuru olan Alman Anayasasının kabulünün de 70. Yılı.
Fakat Onur ve çocuk hakları meselesini sadece haklar bağlamında ele almak yeterli değil. Ve bu konuları deşerken, çözümler üretirken, eşitlikçi ve katılımcı politikalara ihtiyaç var. Ama temelinde onurlu ve ilkeli bir duruş gerekli ve çocuğun, insanın GERÇEK ihtiyacına cevap vermek esas olmalı. Devlet kurumları, yerel yönetimler ve STK lar dışında da potansiyelinden yararlanılacak çok insan var. Yeter ki kurumlar da buna açık olsunlar.
Yol açılırsa, yol alınılır BİRLİKTE…
Ayrıca birkaç gün önce "İ" lerle başlayan kelimelerle yazımı doldurmuştum. Bu sefer O harfi özne oldu, O lu bir Okuma gerçekleştirmiş oldunuz.
Ee... Eğitim, Ekoloji,pedagoji, psikoloji Ekseninde Eksiklerimizi, Endişelerimizi konuşmaya ne dersiniz? Eleştirirken Esprileri de Esirgemeden. Bir akşamüstü Gel Oyna’ya beklerim. Sohbet ederken üretip Oynamaya da tabii. Bu Olanağı iyi değerlendirin ve Oyunun GERÇEK haline katılın, takılın.
Not: Bu yıl da Bilgi üniversitesinde "Çocuğun katılımı" ana temalı sempozyuma katıldım, atölye çalışması da yaptım. Vardığım sonuçlardan biri: Katılımı sağlamak için ortak alanların, ihtiyaçlar doğrultusunda ve nitelikli içerikle sunulması gerek. Ve/Veya o ortamları birkaç kişi biraraya gelerek mahalledeki bireylerin kendi başlarına oluşturmalarına yardımcı olmak, kolaylaştırıcı rol oynamak, bunun aracı oyun,sanat ve zanaatin olduğu, kitapların, oyun-oyuncakların kullanıma açık olduğu ortak kullanım alanları olabilir mi acaba? Ve mesela mevcut kullanım alanlarını (toplu taşıma araçları dahil) ihtiyaçları karşılaştıracak, çocuk-yetişkin ve başka canlıların karşılaşacağı, öğreneceği, keşfedeceği ortamlara dönüştürülebilir mi?
İlgili yazılar:
İlgili videolar:
2008 yılında kurmuş olduğum Gel Oyna'nın youtube kanalında bu konularla ilgili birçok video bulabilirsiniz. Lütfen abone olunuz.
Comments